KENT, KENTLEŞME VE KENTLİLEŞME KAVRAMLARI

Kentlerin ilk ne zaman ve nerede ortaya çıktığıyla ilgili farklı tartışmalara rastlansa bile (örneğin Childe [1982: 69], M.Ö. 3000 yıllarında olduğunu düşünürken, Bookchin [1999: 48] zamanımızdan en az 9000 yıl öncesinde kurulduğu anlaşılan Çatalhöyük örneğiyle ona karşı çıkmaktadır) kent dendiğinde akla ilk gelen unsur onun ekonomik ve sosyal işlevlerinin köy tipi yerleşimlerden farklılığıdır.

Kent tanımlanırken nüfus, işlevsellik ve sosyolojik ölçütlerin kullanıldığı görülmektedir. Örneğin nüfus baz alındığında, Keleş’in (1990: 26) de belirttiği gibi nüfusu 10.000 ve üzeri olan yerleşim birimlerinin kent olarak tanımlandığı görülür. Aslında antik Yunan’dan beri ideal kent konusunda görüşler ortaya konmuştur. Platon ve Aristo’nun Atina Sitesi’ndeki nüfus artışına karşı olumsuz düşünce bildirdikleri bilinmektedir. Platon bir şehirdeki yeterli yurttaş sayısının ancak üzerinde yaşanılan alan ve komşu siteler dikkate alınarak tahmin edilebileceğini belirtir ve hemen arkasından bu sayının 5040 olduğunu söyler.

Bu rakamı seçmesinin nedeni ise 1’den 10’a kadar her rakamla kalansız bölünebilir olmasıdır (Jowett, 1931: 119). Aristo, birçok kişinin mutlu bir site için geniş bir nüfusa sahip olması gerektiği düşüncesini yadsır. Ona göre, sitede bulunanların sayısının çokluğu değil, orada yaşayanların gücü daha önemlidir. Aristo, kalabalık bir şehrin idaresinin de iyi olmayacağını belirtir (Jowett, 1885: 214).

İşlevsellik ölçütüyle, özellikle Behice Boran nüfus sınırlamasına karşı çıkarak, kentleri daha çok tarım dışı üretimin yapıldığı yerler olarak tanımlar (Akt: Sencer, 1979: 5). Sosyolojik ölçütte öne çıkan unsur ise, kentte yaşayan insanların bir topluluk olarak kendilerine özgü nitelikleridir (Sencer, 1979: 6).

Görüldüğü üzere kent tanımlanırken farklı ölçütler kullanılsa bile, aslında günümüzde kent dendiğinde akla gelen şey bu ölçütlerin birlikte kullanılmasını gerektirmektedir. Özellikle modern anlamıyla kent, kendisine yönelen göçlerle birlikte ele alındığında, nüfusun en düşük 10.000 olması gibi bir sınırlama yapmanın pek yeterli olmadığı görülür. Belli bir sayı vermektense, ‘kırsal yerleşimlere göre çok daha kalabalık, tarım dışı üretimin yaygın olduğu ve kente özgü davranışların baskın olduğu yerleşim birimleridir’ şeklinde yapılacak bir tanımın daha kapsayıcı olacağı düşünülmelidir.

Kentleşme, basit bir ifadeyle, bir ülkedeki kent sayısının ve kent nüfuslarının artması anlamına gelir (Keleş, 1990: 5). Ancak bu süreci sağlayan unsur daha çok ekonomik ve sosyolojik faktörleri bünyesinde barındırmaktadır.

Kentlerin ekonomik anlamda sanayi bakımından hızla gelişmesi kendi nüfuslarıyla gereksinim duyulan işgücünü karşılayamaması ve kırdan önemli oranda işgücü koparılması hep kentleşme süreci ile yakından ilişkili olmuştur.

Kırdan kente bir şekilde göç başladıktan sonra göçün sadece ekonomik ölçütler çerçevesinde olmaktan öte sosyal ve psikolojik nedenlerle de hız kesmeden devam ettiği görülebilir ki, ülkemiz bunun için güzel bir örnektir.

Ülkemizdeki kentleşme süreci ne yazık ki, kentlerin gereksinme duydukları işgücü açığını kapatmak için kırdan göç koparmaları şeklinde değil, tam tersine 1950’li yıllar boyunca başlamış ve sonrasında da devam etmiş olan kırsal üretimin makineleşmesinden dolayı açığa çıkan işgücünün kentlere yönelmesi sonucunda olmuştur. Bu ise kendisine yönelen insan göçünün ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak kentlerde, kentleşmenin hep problemlerle birlikte anılmasına yol açmıştır.

Konuyu kentte oturanlar ve kentlerin ahalisi üzerine etkileri bağlamında ele aldığımızda, literatürde daha çok olumsuz görüşler belirtildiğine şahit oluruz. Đbn Haldun’un göçebelerle şehirlileri karşılaştırdığı ve şehirlileri pek beğenmediği bilinmektedir. Ona göre, “Şehir ahalisi her çeşit lezzetler, bolluk ve genişlik içinde yaşamaya alıştıkları, dünyanın ve kendi arzu ve heveslerinin düşkünü oldukları için … iyilik yollarından o nispette uzaklaşırlar. … onlardan birçoklarının toplantılarında ve konuşmalarında kötü sözler kullanarak söğüp saydıklarını görüyorsun. … Göçebe ve köy hayatı yaşayanlar ise ancak vücutlarını koruyabilecek miktarda dünyaya düşkün olup, nefis arzularının sebep ve vasıtalarına ve dünya lezzetlerinden hiçbirine ve sebeplerine sahip değillerdir. … Onların kötü yollara sapmaları ve kötü huy ve ahlâkları şehirlilerinkine nispetle çok azdır.” (İbn Haldun, 1990: 310)

Simmel de kentlerde yaşayanlar hakkında olumsuz bir yaklaşım içerisindedir. Ona göre, kentte yaşayan ve dışarısı ile devamlı ilişki içinde olan insanlarla, her karşılaştığını tanıyan ve daha iyi ilişkilerin gözlendiği küçük yerleşim birimlerindeki insanlar karşılaştırıldığında, kentte yaşayanlar tamamen yalıtılmış ve algılanması güç bir ruhsal durum içindedir (Akt: Wirth, 2002: 90).

Simmel (1950: 410-411), şehirlerde yaşayanların kalpleriyle değil de kafalarıyla tepki verdiklerini belirtir. Şehirler her zaman parasal ekonominin merkezi/kasası olmuştur. Para söz konusu olduğunda bireyler arasındaki tüm entelektüel farklılıklar tek düze hale gelir. Paranın söz konusu olduğu yerde sorulan soru en basit haliyle “ne kadar?” ya da “kaça?” dır.

Engels (1997: 70-71) yaşadığı dönemin Londra’sını anlatırken bir yanda muhteşem yapılar ve limanları diğer tarafta ise insanın midesini bulandıran, insan doğasını isyana getiren sokaklardaki yüz binlerce insanın birbirleriyle hiç ilgisi yokmuş gibi birbirlerinin önünden geçmeleri gerçeğini vurgular. Engels, sokaklardaki bu kalabalık arasındaki tek sözsüz anlaşmanın birbirlerinin yolunu kesmemek için herkesin kaldırımda kendi yakasında yürümesi olduğunu belirtir.

Dolayısıyla Engels, büyük kentlerde insan yığınlarının özellikle insana özgü olan diğerlerinin farkında olma durumundan tamamen bireyciliğe geçtiklerini düşünmektedir.

Dellaloğlu, (2001: 74) kentteki insanların nasıl yalnız olduklarını göstermek için şunları söyler: “Kentin Cafe’si ile kırın Kahve’si arasındaki fark sadece bir yazılış ve okunuş farkı değildir. Her ikisinde de insanlar oturur ve çay, kahve içerler. Kırın Kahve’sinde oturup çay, kahve içmek kolektif bir edimdir. Hep birlikte davranır bireyler. Kırda Kahve’ye gitmenin hedefi, ötekilerle birlikte olmaktır. Kentin Cafe’sinde ise, kalabalık bir görüntüdür.

Sayısız özne bir aradadır ancak herkes tek başınadır. Cafe’de tüm kalabalığına rağmen yalnızlık vardır. … Bir adadır aslında kent öznesi. Ve kalabalıklar içinde bile yalnızdır aslında. …Kent öylesine kalabalıktır ki, orada faili meçhul cinayetler işlenir herkesin gözü önünde. … Biri gelir, diğerini herkesin gözü önünde öldürür. Bunun koşulu kalabalıktır. Öznelerin birbirlerini tanımamasıdır.”

Bookchin’in (1999: 30) ifadesiyle temiz ve erdemli kır yaşamının kirli ve günahkâr kent dünyası ile ahlaki bir karşıtlık oluşturduğu görüşünün içimizde kökleşmiş olması nedeniyle, yukarda anlatılan görüşler kendi durdukları noktadan bakıldığında tutarlı görünseler de, tüm bu olumsuz anlatımlara rağmen kentlerin ve kentsel yaşamın giderek tüm dünyaya egemen olduğunu görmek ve bu nedenle belki de nostaljik özlemlerden bir bakıma sıyrılmak gerekir.

Simmel’in kalabalık sokaklarda yürüyen insanların birbirlerini tanımamasının yaratacağı bunalım düşüncesi tartışmalı bir durumdur. Bunun nedeni basit bir açıklamayla, sürekli olduğu düşünülen kalabalık sokakların aslında bireyler için geçici olmasından ve insanların gideceği yere ulaşmaları için sadece birer araç olmalarından dolayıdır. Đnsan kalabalık sokakta gideceği yere ulaşmaya çalışırken, tanımadığı kalabalıktan çok belki de ulaşımda karşılaşacağı sorunlardan daha fazla etkilenir. Ulaşılacak yerde insanı bekleyen ortam da Simmel’in bahsettiği gibi tanıdık ve bilindik olmayanlardan oluşsaydı kentte yaşam gerçekten katlanılmaz olurdu. Kalabalık sokaklardan geçildikten sonra varılacak yer insanın çoğu zaman tanıdığı/bildiği bir yer ve içindekiler de sokaktakiler gibi yabancı değildir. Kendi sokağına, okuluna, çalıştığı binaya, üyesi olduğu örgüte vb. ulaştığı andan itibaren insanın kalabalık sokaklardaki kadar yalnız olmayacağını kabul etmek gerekir.

Kentin cafesi ve köyün kahvesi arasındaki fark gerçekten de doğru bir belirlemedir, ancak bir farkla: Kentte de cafelere insanlar çoğunlukla ya arkadaşlarıyla birlikte ya da onlarla karşılaşmak için gitmektedirler. Bu nedenle kent, insanı yalnızlaştıran ve çaresizleştiren bir mekândan çok, ona aslında köyde hiç farkına varamayacağı kadar farklı sosyal ilişkiler olanağı da sağlar.

Dolayısıyla kentteki kalabalık içindeki yalnızlık sadece geçici bir durumdur ve gerçekten bireyin tek başına sokakta olmasıyla doğrudan ilişkilidir ki, bu bile pek rastlanılan bir durum değildir. İnsanlar tek başına dışarı çıkmak yerine çoğunlukla tanıdıkları arkadaş, akraba vb. ile kalabalık arasına karışmaktadır.

Yukarda değindiğimiz gibi, kentlerde yaşayan insanların sayısının kırsal alanlarda yaşayan insanların sayısını birçok ülkede fazlasıyla geride bırakmış olması nedeniyle, kentlerde yaşayanların yaşam tarzları ve kentli davranış kalıpları gittikçe önem kazanmaktadır. Kırdan kente göç edenlerin yaşam tarzlarında görülmesi beklenen değişiklik kısaca kentlileşme olarak nitelendirilmektedir (Özer, 2004: 121). Sencer (1979: 292) de benzer bir yaklaşımla, kentlileşme kavramını, kentleşme ile ilişkisi içerisinde ele alır ve bu süreçte görülen aşamalardan birisi olarak görür. Ona göre kentlileşme, kente göçle başlayan nüfus deviniminin kentin belirli bir kesiminde kararlılık kazanmasına kadar devam edecek olan bir süreçtir. Bu süreç içerisinde yaşam biçimleri değişen insanlarda kente özgü davranışlar gözlenmesi umut edilir.

Kentlileşme kavramı ile evrensel unsurlar ortaya çıkarılabilir mi sorusunun cevaplanması pek kolay değildir. Eğer kent, içinde yaşayan insanlar üzerindeki etkileriyle onları kentli yapıyorsa, bu soruya evet cevabı vermek pek mümkün görünmemektedir. Wirth'in (2002: 83) belirttiği gibi, kentleri niteleyen sanayi, ticaret, balıkçılık, madencilik vb. baskın özellikler nedeniyle, bu türden farklılıklara sahip kentlerde toplumsal yaşamların farklı olması gerekir.

Gerçekten de sanayisi gelişmiş bir kentle, balıkçılık alanında yoğun faaliyet gösteren bir kent arasında toplumsal etkileşim bazında büyük farklılıklar olabilir. Ancak tüm bu farklılıklara rağmen, kentte yaşayan insanların kente özgü değerler geliştirmesinde gene de evrensel unsurlar bulunması gerekliliği, üzerinde durulması ve savunulması gereken bir noktadır.

Özer ve Sencer’in tanımlarında ortaya konmamış kente özgü davranışlardan bazılarını Yıldız (2008, 49), yaşanan yeri tanımak ve farkında olmak, nazik, hoşgörülü ve farklılıkları saygıyla karşılamak olarak belirtmektedir. Ona göre, kentli birey yaşamının tüm aşamalarında kentli davranışı göstermelidir. Bu da nezaketli davranmayı ve etkili bir iletişim göstermeyi gerekli kılmaktadır. Kentli birey özgürlüğünün sınırsız olmadığının bilincinde olarak toplu yaşam alanlarında karşısındaki bireyleri rahatsız etmeyerek onlara saygı göstermeyi bilmelidir.

Kentlileşme kavramı kent yaşam süreci ile ilişkilidir. Çok sayıda insanın aynı mekânları paylaşmak zorunda kalmasının getirdiği bir zorunluluk olarak görülebilecek bu kavramın amaçladığı şey, aslında uyum ve düzenli bir yapılanmadır. Aşırı kalabalık bir ortamda, herkesin sadece kendisini düşündüğü ve diğerlerini dikkate almadığı bir yaşam tarzı, kentleri ancak içinden çıkılmaz sorun yumaklarına dönüştürür. Dolayısıyla kentlileşme kavramı bir yandan kurallı bir yaşamı, yani sırasını beklemeyi, kentsel ortak eşya ve mekânlara zarar vermemeyi ve başkalarını rahatsız edecek davranışlardan (yerlere tükürmek, aşırı gürültü yapmak, kirletmek vb.) kaçınmayı, diğer yandan da kenti sevmeyi ve ona bağlanmayı gerektirmektedir.