Merhabalar değerli okurlar;

Bazen kendimizi uzun uzun anlatmak bazen de susmak arasında gidip geliriz. Bir yandan dış dünyanın beklentilerine göre üstümüze geçirdiğimiz, içine sığmaya çalışırken çekiştirip durduğumuz kıyafetler ile boğuşurken bazen ise zihnimizin ürettiği düşünceler, biyolojimizin dayattığı dürtüler, uykumuzda bile duyduğumuz derinlerden gelen gümbürtüler ile geçip durur zaman.

Hangisini dinleyeceğiz? Kendimizi mi yoksa dış dünyadan gelen sesleri mi?

    Anne karnından yaşamımızın sonuna kadar tüm hayatımızı yönetmek gibi çetin bir işle mükellef olan o muhteşem ruh ve bedenimizin başrolü oynadığı bir hayatı deneyimlemekteyiz. Seçtiğimiz bu yolda yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil,  aksine yaratıcı bir eylemdir.  Hem kendi yalnızlığımıza çekildiğimiz hem de toplum olarak bizi dönüştürecek bir ayağa kalkıştır. Attığımız her adımda yeryüzünün gerçek bir parçası olduğumuzu fark ederiz. İnsanoğlu, elini attığı her şey de sonsuz mutluluğu ve bütünlüğü yakalama arayışı içerisindedir. Evdeki hesap çarşıya uymadığı durumlarda ise başkalarına kızıyor, bazen kapılarımızı kapatıyor ve kendimizi hapsediyoruz. Önümüzdeki duvarı hissediyor ama bir türlü onu yıkamıyoruz. Bazen yaşadıklarımıza kötü talih deyip geçiyoruz ve kendi trajik hikayemizi tekrar yaşamak zorunda kalıyoruz. Nereye gittiğimiz önemli olsa da, neden ve nasıl gittiğimizi bilmek de en az onun kadar önemlidir. Yola çıkarken fark etmiyoruz bile, o yolun öncesinde neleri deneyimlediğimizi ya da nelerin bizi beklediğini.

*****

    Kabul ediyorum dışarıdaki dünyanın kuralları hayli zorlayıcı. İyileşme arayışında olanlar için sayısız yöntem, öğreti, inanç ve bilimsel formüller etrafımızda mevcut. Eski bir söylemde belirtildiği gibi, dünya ile bağlantı kurdukça köklerimizi unutan bizler, ağaçların tepelerine sarılıyoruz. Ruhun ancak kendi topraklarımızdan doğabileceğini unutuyoruz. Derinlerdeki akıntılardan ve karanlıktan kaçıp yükselmeye çalışıyoruz. Konu insan iken, bilim de bu kadar net ve açık bir araçken bu kadar anlaşmazlık nereden geliyor?

    Bugünün dünyası, görünüşte ilkel insanın yaşadığı dünyadan daha gelişmiş ve konforlu ancak belki de daha tekinsiz. Bağımlılık, endişe, sıkıntı ve hayal kırıklıkları ile dolu bir çağda yaşıyoruz. Görünür dünyaya tutunmak için elimizden geleni yapıyoruz ancak herhangi bir uyaran yoksunluğunda ne yapacağımızı şaşırıyor, kendimizi uyuşturmak için yeni bağımlılıklar icat ediyoruz. Herkes birbirine öğretmenlik yapıyor, ancak iyileşme ve kendini keşfetmenin aslında tam olarak kişinin kendisinden başlaması gerektiğini fark etmiyoruz. Ruhumuzun sesini duymuyor ve bizi harekete geçiren, motive eden içsel şeylerin kaynağını sorgulamıyoruz. İçsel gücümüzün sesine, ancak dış dünya ile buluştuğumuzda güveniyoruz. Bazen arzuladığımız bir şey aniden önümüze çıkabiliyor. O an mutlu oluyor, kendimizi övüyoruz. Fakat basit bir çatışma belirdiğinde bu kez tüm dünyanın karşımıza geçtiğine ve olanca gücüyle bize saldırdığı fikrine kapılıyoruz. Bu durumda ya kaderi suçluyoruz ya da karşılaştığımız insanları.

****

   Birçok insan için kendini tanımak, dış dünya ile olan ilişkisini anlamaktan ibarettir. Ne yazık ki kendimizi tamamen dış dünyaya göre konumlandırarak, ruhumuzla olan bağlantımızı kaybediyoruz. Bilince farkındalıkla yaklaşamadan sürdürdüğümüz bu yolcukluk, maalesef bir vitrinin arkasında yaşamaktan öteye geçemiyor. Derinliği olmayan insanların dünyası... İşte bu yüzden hayatı anlamlandırma çabası içerisindeyiz. Bilime güveniyoruz ve elimizdeki dünyanın doğa yasalarını çözmeye çalışıyoruz. İnsan yaşamının anlamlı mı yoksa anlamsız mı olduğu aslında bizim elimizde. Ancak, hayat hem anlamı hem de anlamsızlığı içeriyor ve bir denge arasında gidip geliyor. Yine de insanlar, içtenlikle yaşamın anlamlı olmasını umuyor. Çünkü anlamsız bir hayatın dayanılmaz olmasına katlanamıyoruz.

     Kaygılar, korkular, huzursuzluk, bağımlılıklar ve bağımlı olduğumuz şeylere duyulan aşırı ihtiyaçla mücadele ediyoruz. Uygarlık anlayışımız içgüdülerimizden kopmuş olsa da farkında olmasak bile, onlar hiçbir yere kaybolmuyorlar. Sıkıntılarımızın, bedensel ağrıların, unutkanlıkların, zorlanmaların ve nedenini anlayamadığımız şekilde bizi harekete geçmeye iten düşüncelerin kaynağı tam olarak neresi? Duygularımızdan korkmayalım. Çünkü her duygu bir gereksinim ve ihtiyaçtan ortaya çıkar. Ve bir duygunun içerisine girmek aslında bir ihtiyacı bilmektir. Kendimizi ve duygularımızı kabullendikçe güçleneceğiz.

       İnsan bilinci hassastır ve parçalanmaya meyillidir. Bu parçalanmayı önlemek için insanlar zihinlerini yalıtmaya çalışır. Zihinsel yalıtma stratejisiyle, sadece ihtiyaç duyduklarımızı alır ve dikkatimizi dağıtacak, huzurumuzu kaçıracak diğer şeyleri dışarıda bırakırız. Kendi içine bakmaya cesareti olmayan herkesin yaşamı bulanık olacaktır. Eğer biraz uzaklaşıp kendimize dışarıdan bakabilseydik, belki yaşamımızdaki acı verici deneyimlerden kaçınabilir ve aynadaki yansımalarımıza şaşkınlıkla bakakalmazdık. Artık sormak gerek, ‘’Benim bu dünyaya geliş amacım nedir? Ne katmak için buradayım?’’ Belki de gerçekten ihtiyacımız olan şey, yaşama yönelik tutumlarımızda temel bir değişikliktir. Ne beklediğimizin değil, yaşamın bizden ne beklediğinin önemli olduğunu öğrenmeli ve umutsuz insanlara da bunu öğretmeliyiz.

    ‘Unutmayalım ki dünyada yaşamıyoruz bizler sadece dünyadan geçiyoruz’. Öyleyse gelin birlikte kendimizi keşfedelim ve bir uğrak noktası olan bu dünyaya benliğimizden bir şeyler katıp öyle geçelim.