Var olmayı nasıl tanımlarız? Her kalemin elinde farklı şekilde anlatılan bu kavramı bir de biz birlikte ele alalım istedim. Var olmak; yalnızca nefes almak ve yaşamak değildir. Beynimiz ise sadece algılamak ve gelen veri akışına bağımlı bir şekilde iletişim kurmak için değildir. İletişimde dilimiz aynı zamanda iç düşüncelerimizin yapılandırılmasında önemlidir. Gerçekten canlı dediğimiz yapı nedir? Nefes alıyor olmamız canlı olduğumuzun bir kanıtı mıdır? Yoksa sadece bir hologram içinde bir döngüyü tamamlamaya çalışan varlıklardan mı ibaretiz?  

****

    Her şeyin başlangıcı yani var olmanın ilk adımı düşünmeyle başlıyor aslında. Her insan kendi yarattığı gerçeklikte, kendi yarattığı karakter ve olasılıklarla hayatını devam ettiriyor. Gerçeklere uyanmak ve frekansımızı değiştirmek kendi elimizde. Buradaki ilk adım ‘düşünüş’ var olmanın temel açıklamalarını anlamaya çalışan bir olgu diyebiliriz. İkinci adım ise sorgulama ile başlayan ‘eyleme geçme’ öngörülmelidir. Çünkü hareketin gelişimi düşüncenin gelişimini destekler. Düşüncelerimizin ve eylemlerimizin ardındaki tamamlayıcı gerçek olan ruhu dinleyebilmeliyiz. Öyle ya ruh ile manalanmayan her şey yavandır.

****

Tüm varoluş bilgilerimizi belki de kaybettik. Oysa varoluşumuzun geçici olması yaşamımızı anlamsız kılamaz. Ama çoğumuz bir hiçliğe büründük ve ruhumuzu aynı hızla boşaltmaya başladık.  Hayat bulma serüvenimizin ilk başladığı anlarla birlikte en çok ihtiyaç duyduğumuz merhamet ve sevgiyle birleştik. Merhamet ve sevgiye olan inancımızı zayıflattığımızda, göğsümüze tüm dünyayı da alsak dolduramayacağımız kocaman bir boşluk oluştu. Çünkü hırslarımızın ve arzularımızın küreğiyle taşıdığımız hangi alanlar olursa olsun, zamanla yokluğumuzu artırdı. Ve şimdi var olma bilinci hatırda kalmayı bekleyen bir an gibi.

    Bir yolun içinden geçerken, nereye doğru yol alacağımızdan kendimizce çok emin oluyoruz. Hayat bize farklı şeyler göstermeye çalıştığında aslında bütün bu olanla birlikte yaşam başka bir şekilde yeşerirken, yaşamın bize sunabileceklerine güvenmediğimizden, direnç uygulamaya başlıyoruz. Çoğu zaman beklentilerimizin içi boş, arzularımız ise geçicidir. Biraz hayata kulak vermeliyiz. Ve direnmek yerine bir parçası olduğumuzu hatırlatalım. Hatırlayalım çünkü biz ilk sevmeyi unuttuk. Sevgiyi kendi dışımızda aradığımız sürece hep kendi benliğimizin gurbetinde gezindik durduk. Kendimizden uzaklaştıkça sessiz ve ruhsuz bir tabloya dönüştük. Kendini kaybeden bir ruh gerçekten hakikate erişebilir mi?

   Hakikat aslında güneş kadar ayan beyan biz bilmek istersek. Ama biz ne çok savrulduk menfaatlerimizin peşinde. Menfaatlerimiz için bir hakikat gömleği diktik. Ve attığımız her dikişte hakikat kendini ilmek ilmek bize hatırlattı. Ama hırs ve tutkularımız bize hakikatı bıkmadan usanmadan unutturdu. Çıkarlarımız konuştukça vicdanımız sustu. O hakikat gömleğinde ilk yırtığı vicdanımız açtı. Ardından sevgi, akıl, merhamet ve ahlak… Varlığın yırtığını yoklukla yamalamak gibi beyhude bir gaye edinip ömrümüzü bu uğurda hoyratça tükettik. Üstelik asıl terzinin biz olmadığını bile bile.

****

    Kolay değildi elbette var olarak yaşabilmek. Unutmak en kolayı ve zahmetsiz olanıydı ama zahmetsiz olunur muydu var olmak? Zahmetsiz varılan yol menziline ulaşır mıydı hiç? Bu sebeple hüzünlenmek, acı çekmek ve en nihayetinde bin bir sancıyla doğmak biçilmişti ruhlarımıza. Hayatta yaşamlarımızı varoluş döngüsüne göre ilmek ilmek dokumak zorundayız. Dünyada bırakabileceğimiz en değerli hediyemiz hayatın güzelliklerini işleyen nasırlı bir el olabilir. İnsanın kendine yaptıklarından daha güzeli var mıydı? Bu yüzden var olmak da akside bizim irademizin kullarıydı.

   Bize yaşamamız öğretilmedi. Yaşamın aslında içimizdeki aşkın bir iz düşümü olduğunu kabullenen ve dünyanın ancak ömrümüze gerilen yaşam ipinde ruh ve beden arasında kuracağımız dengeyle değişeceğine kanaat getirenler giyebilirdi. Hepimiz kendi arayışımız için evreni dürbünle incelemeye başladık. İçimizdeki dengesizlik dünyaya ne denli tecelli etmiş olacak ki hiç kimse aynı pencereden seyredemediğini fark ettik.

  Evvela kendini bilmek lazımdı. Bu bilişte var olmak için sık sık yok olmak lazımdı. Zihnimiz ve bedenimiz ruhumuza sınır getiren alanlardır.  Bunlar sadece hayatı algılamak için kullandığımız araçlar olsa da bunu çoğu zaman unutuyoruz. Ve böyle olduğunda da sınırsız doğamızdan sınırlı bir algı ve sınırlı bir varoluş haline iniyoruz. Öz benliğimizi hatırlayalım. Zihnimizin ve bedenimizin aleme doğru genişlerken benliğinde derinleşen koca bir var oluşa sahip olduğunu unutmayalım. Bu yolda bana ışık olan sevgili ablam Nihan GÜNAY’a teşekkürlerimi iletiyorum.

Ruh diye bir şey varsa, o zaman dengeyi değişime, dünyada daha özgün bir duruşa doğru yönlendiren de ruhtur.